Thales, [her şeyin doğasının] su olduğunu söyler, diye yazar Aristoteles (Metafizik, 983 b20), kendinden yaklaşık iki yüz yıl önce konuşulan kelimeleri kaydederek. Thales, her şeyin kaynağının su olduğu iddiasını, M.Ö. 585 dolaylarında Menderes Nehri'nin aktığı Milet'te yaşarken geliştirdi. Suyun birçok şekle dönüştüğünü gözlemledi. Suyun akışını, ısınıp ve buharlaştığını, yağmur olup yağarak birikintiler oluşturduğunu gözlemledi. Terini, susuzluğunu, bitkilerin susuzluğunu ve suyun her şeye nasıl hayat verdiğini gözlemledi. Thales’in bu sürekli değişen malzemeye olan farkındalığı, yaşam anlayışımızı değiştirdi. Doğaya suyun rehberlik ettiğini öne sürdü. Doğadaki tüm fenomenlere, tanrıların ve mitlerin sebep verdiğine inanılan bir zamanda, doğayı kavramak için duyularına güvendi. Bu değişimle Thales, bilginin, gerçekliğin, varoluşun temel doğasını inceleyen doğa felsefesinin bazını oluşturdu. Binlerce yıl sonra, sözleri NASA’nın Bilgi Formunda yankılanıyor: "İnsan vücudunun yaklaşık yüzde 70'i sudan oluşuyor ve tesadüfen, Dünya'nın yüzde 70'inden fazlası suyla kaplı." (Follow the Water: Finding a Perfect Match for Life, 2007). Bu bir tesadüf değil. İster modern bilimsel ekipmanla, ister insan gözüyle yapılsın gözlem suyu her yerde bulur.

 

Hadi mecazi ve maddi olarak suya dalalım. Bilginin doğası olan felsefe, doğanın bilgisi olan fizik tarafından bilgilenir ve bilgilendirir. Kuantum fizikçisi ve filozof Niels Bohr der ki, "Biz anlamaya çalıştığımız bu doğanın bir parçasıyız" (Karen Barad, Meeting the Universe Halfway, 2007, s26). Peki Bohr'un bizim hiç şüphesiz evrenle aynı maddeden olduğumuzu söyleyen ifadesiyle ne yapabiliriz? Tıpkı Thales'in sözlerinin bir zamanlar yaptığı gibi yaşam anlayışımızı geliştirmek için kullanabiliriz.

 

Kuantum fiziği, birkaç kelimeyle, fiziğin temel teorisidir. Doğayı, 10–10 m’den (bir atomun boyutu) çok daha küçük bir ölçekte gözlemler. Eames'in görselleştirmesi (Power of Ten: A Film Dealing with the Relative Size of Things in the Universe and the Effect of Adding Another Zero, dir. by Charles & Ray Eames, 1977) bizi bu ölçekte, bir atom parçacığıyla bırakır ve kuantum fiziği buradan başlar. Ve burada maddeyi dalga olarak görürüz. Newton’un deterministik fiziğinin parçalandığı ve belirsizliğin ortaya çıktığı yer de burası. Bu kırılma ‘çift yarık deneyi’nden ortaya çıkar. Bir elektron, iki yarıklı bir duvardan gönderilir ve karşı duvarda iki yarığın karşılık geldiği yerlere denk gelmezler. Deneye elektron göndererek devam eden fizikçiler, girişim adı verilen bir desenin ortaya çıktığını gözlemlerler. Tıpkı dalgalar gibi. Maddenin bu davranışına dalga-parçacık ikiliği denir. Bir elektron, ölçüldüğünde bir parçacık, o zamana kadar bir dalgadır. Her yerde olabilen, her yere gitme olasılığı olan bir dalga. Denizdeki dalgalar gibi, Boğaz'ın akıntıları gibi. Bizi oluşturan şey hem dalga hem de parçacık ise, biz sürekli akış halinde maddeleriz. Biz suyuz.

 

Fiziksel gerçekliğimizi keşfetmek, "gerçekten var olan ve birlikte yaşadığımız dünyanın dokularına dikkatimizi yeniden uyandırır." (Juhani Pallasmaa, The Eyes of the Skin, 2005, s21). Dalga-parçacık ikiliği gibi bilimsel bulgular, felsefenin yeniden yapılanmasını tetikler. İnsan-insan olmayan, canlı-cansız arasındaki sınırları ve bedenler etrafındaki sınırları sıvılaştıran yeni materyalizm, her şeyin ayrılmaz ve her şeyin birbirine dolaşık olduğu bir perspektif açar. Kuantum fiziğinden gelen bir başka terim olan bu dolaşıklık, birbirleriyle alakasız veya bağlantısız görünen şeylerin aslında birbirlerine bağlı oldukları anlamına gelir. Bütün birbirinden ayrı parçalara ayrılamaz. "Biz insanlar için, suların akışı ve boşaltımı bedenlerimizi hayatta tutarken, aynı zamanda onları diğer bedenlere, insan benliğimizin dışındaki diğer dünyalara da bağlar.” (Astrida Neimanis, Bodies of Water : Posthuman Feminist Phenomenology, ch. Introduction: Figuring Bodies of Water, s2). Suyla düşünmek, dünyayı bu dolaşık konfigürasyonda kavramak için bir yöntem haline gelir. Suyla düşünürken kendimi, damarlarımı, şehrin damarlarını, onun damarlarını ve balıkların damarlarını hissederim.

 

Boğazın yanında dururken, ufukuma suya dalmadan önce havada asılı kalan bir vücut girdiğinde, "bir mekan(ın) sadece materyal bir kültür, yapılı veya doğal bir çevre değil: bir efsane, bir dizi anlatı ya da kültürel hayaller” (Dr. Neil Mulholland, On Ambient Art, 2009) olduğunu anımsarım. Suyun yanında dururken, aslında ben yüzyıllar öncesinden bir efsaneye tanıklık yapıyorum. Ufkum her taraftan koşan bedenlerle, bacakları ardına kadar açık oturan bedenlerle, masaj yapan, esneyen, rehberlik eden, saklanmayan bedenlerle doluyor. Kız Kulesi efsanesini canlanır hafızamda. Anlatısı o kadar orijinal olmayan, ancak dünyalamada kesin olan bir efsane. Bu su kütlesine hakim mit, "temsilden kaçarken temsil etme"(Donna Haraway, Situated Knowledges: The Science Question in Feminism and the Privilege of Partial Perspective, 1988, s581) gücüne sahiptir . Hangi bedenlerin görülebileceği ve hangi bedenlerin uzak tutulacağı, kimin ait ve kimin 'öteki' olduğunun sınırlarını oluşturur. su kenarında susuz, önümde bir yılan efsanenin içinde var olan bu mekandan maddeleşir ve bu su kütlesiyle yerimi müzakere etmemden ortaya çıkar. Bu bir dünyalama eylemidir. "Dünyalama, özne ile çevre veya belki de persona ve topolar arasındaki sınırları ortadan kaldıran, materyallik ve göstergebilimin özel bir karışımıdır." (Helen Palmer ve Vicky Hunter, https://newmaterialism.eu/: Worlding, 2018). Efsanenin egemenliği altındaki kıyı şeridine bakarken, ufku olmayan, bugünü ve geleceği olmayan bir yer görürüm. Takılı bir gerçek görürüm.

 

"Ne kadar dikkatli bakarsak bakalım, baktıklarımızın çok azını görüyoruz." (James Elkins, The Object Stares Back, 1996, s11). Aynı su kütlesinin yanındayım ve bakışlarım bir kova su tarafından kavranır. Üstünde delikler açılmış bir kova suda balıklar yüzer. Yerinden edilmişler, oksijen molekülleri arayarak yüzerler. Nefes alarak, nefes almaya çalışarak. ciğerlerim su arzular istavrit oksijen arar, bu karşılaşmadan doğar. Bu bir dünyalama eylemidir. Kova bir konteyner, kova bir dünyadır. Kıyı şeridinde sıraya dizilmiş, aralarından oltaların sarktığı, bir sürü dünyadan biri. Boğaz'dan kaldırdığımız biraz suyla su akrabalarımız için yarattığımız taklit bir dünya. Balıkların hayatta kal(ma)ması için bu su dünyasında -gözlerime görünmez- oksijen molekülleri yavaş yavaş azalır. Deniz havasındaki nem sayesinde oksijen molekülleri ciğerlerime kolaylıkla girer. Biz ustası değil, biz doğadayız.

 

Kızın kurtarıcısı olan yılan kıvrılmaya devam eder. Benim evimden seninkine dolanan bu yılan, gırtlak adını verdiğimiz gider boruları. gırtlağımda bir ağırlık evlerimizden denizlere doğru kıvrılan yılan. Her yıkandığımızda, sifonu çektiğimizde, evlerimizden gırtlak boruların içinden geçip çıkıyoruz. Oluklu yüzeyinden su molekülleri ile karışmış insan hücreleri, bakteriler, mukoza ve liflerden oluşan türbülanslı bir akış. Bizler sürekli akış halindeyiz. Biz suyuz.